Edebiyat


Hepsi Bu

Dolunayın sakinliği
Mumun ateşine değiyor diye
Hasreti sarıyor beni
Mıknatıslı gözlerinin,
Hepsi bu

Uyumuşken tenhalarda
Şehrin ayak izleri,
Bir adam
Tozlu ayakkabıları,
Yırtık gömleğiyle
Sana şarkılar söylüyor,
Hepsi bu

Vardığım hiçbir yerde yoktu
Gözlerinin değdiği çiçekler,
Solup gidenlere soramam seni.
Onlar nerden bilsinler.
Tek söyledikleri;
Sevdiğin pembe giysiler.
Hepsi bu

Üşürdüm
Akşam serinliğinde
Hayaller kurardım hayata dair
Buğulanmış camlar
Çürümüş köprüler
Yenilgimin habercisi
Bir kurumuş yapraklar
Mahkûmdur sensizliğe
Bir de ben
Hepsi bu.

Gölgem; değse ayakucuna
Sen görmeyesin diye
Hep siyahlara bürünür,
Her gün pencereden bakan yaşlı kadının
Dudaklarına değen
Bir duasın
Hepsi bu.

Berrak bir nehir ararım
Takvimin solan yaprağında
Yoklarım yüzümde çizgileri
Aynalara karşıyım diye
İçinde adın geçen
Bir şiir okur zaman
Hepsi bu.

Bir Ceylanın Hikayesi

Geceleyin
Bir başına
Güneşin varken dahi giremediği
Bir ormanda kaybolur ceylan.
Her yer gidilebilir, her yer gidilemez.
Bir yaprak ilişir gözüne ilkin
Sonra hep korktuğu gölgeler.
Derin bir nefes alır
Kaçmak ister korkularından
Her yer gidilemez, her yer gidilebilir.
Ayağı yere değdiği anlarda korkar ceylan
Takılıp kalmaktan
Bir karıncanın ezilen günahına
Güneşi görmek ister
Sessiz gecede, hiç gelmeyecek gibidir
Bir başınalık musallat olur
Güneş hiç gelmeyecek gibidir.

Parlar gözleri bir ateş böceğinin
Sokulur usulca bir dostluğun kapısına
Bir parlayan göz daha görünür
Hafif ıslak, sevinçten ağlayan
Sevinir ceylan
Bir dost bulmuştur derken
Bir anda ışık kaybolur cevherinden böceğin
Yine koşmaya başlar, nefessiz.

Tan yeri ağarıyor neredeyse
Ceylan biraz daha dayan
Bitmek üzere yalnızlığın
Ormanın kıyısına yanaşmıştır
Nefes nefese kalmışlığın dostluğuyla
Birden bir sıcaklık,
Kanı kaynıyor gibidir en kızgın ateşte.
Bir sıcaklık bir yerlerde
Sonra karanlık yine başucunda
‘Gitme’ der, ‘dostum güneş gitme.
Tüm gece seni aradım
Tam da bulmuştum aslında, gitme.’
Bir çift ayak sesi
Kırılan çalı sesleri
Yapraklarda hışırtılar
Ormanda sessizlik
Kanlanmış toprak
Barut kokusu
Kainatta bir çığlık
‘Dön evine avcı
Evine dön.’

Esedullah Galib Divanı’ndan Seçmeler

Ne kadar tatlı dillisin ki rakip
O kadar küfretmenden bile alınmadı. (26)

Allah’ın huzuruna getirdiğim hediye, utancımdır.
Yüzlerce farklı günah kanına bulanmış bağlılığımdır. (24)

Her gönülde Rabbim yerin, sen benden razı gelirsen
Bilirim ki bütün dünya bana lütufta bulunacaktır. (25)

Umursamazlığı benimsemekte maksadın ne?
Ey nazlı daha ne kadar diyeceksin, ‘Derdin nedir?’

Korkun ne? Sorumlusu benim buraya bak
Bakışının öldürdükleri için kan pahası nedir?

Kim o sabır ve dayanma iddiasında olan?
Aşk için sabır, sükun, metanet lafları nedir?(21)

Ya Rab! O beni ne anlayabildi, ne anlayabilecek
Bana başka bir lisan vermezsen ona başka bir kalp ver.

Ölüyorum sesine, varsın başımın kesilmesi söz konusu olsun
Ama cellada hep desin ki; ‘ bir daha vurun başını, bir daha’. (62)

Ey rahatlık kenara çekil! Ey intizam git başımdan!
Çılgın gözyaşı selimle evin her şeyi yıkacaktır bugün.(54)

Aşığın öldüğün yerin metrelerce çevresinde kına bitmekte
Bu ne yüce sevgili ayağını öpme hasretiyle ölmektir. (39)

Yüzlerce kez aşk bağından kurtulduğumuz oldu
Ama ne yaparsın gönül özgürlük düşmanıdır. (33)

Kıskançlığım onun salınarak yürümesine dayanamaz
Yüzümdeki her damla teri onu seyreden hayran göz sandım (34)

Niye yanmadım yarin yüzündeki yakıcılığı görüp?
Şimdi yanıyorum seyretmedeki dermanımı görüp.

Beni katletmeye geliyor nihayet, ama ben
Kıvılcımdan öldüm, yarin elindeki kılıcı görüp

Eyvah! Yar cefa çektirmekten elini çekti
Benim cefa çekmekten zevk aldığımı görüp

Ayaklarımdaki su dolu şişlerden tasa ederken
Mutlu oldum yolu dikenlerle kaplı görüp.(60)

Ey gönül ölmek için başka çare bir çare düşün
Sende katilin şanına yakışır hal kalmadı.(41)

Kapanıverdi gözlerim Galib, açılır açılmaz
Dostlar yari yanıma getirmişler, ama ne zaman. (52)

Pervane hasretinin derdi seni yedi bitirdi, ey şule!
Titremenden belli, meşalen güçsüzleşmiş halde. (75)

Benim yürek yaramı över, ne büyük yaradır bu diye,
Yarama basmak için beni çağırır her nerde görse tuz. (77)

Vefalı olduğu yanılgısına ölümüne balıdır gülün
Gül, bu alışverişe gülmektedir bülbülün. (80)

Beni yaban ellerinde öldürdü, memleketten uzakta,
Allah’ım kurtardı beni kimsesizlik utancından.

O kıvrımlı zülüfler idam ilmeğidir. Ey Allah’ım!
Benim özgürlük iddiamı kurtar utancımdan. (83)

Derin uykudaki talihimden biraz borç uyku alsam
Ama korkum şudur ki Galib, geri nasıl öderim. (84)

Yaralarımı diktirdim diye beni yererler.
Sanırlar mı ki lezzet yoktur yaraların sızlamasında.

Öyle naz baharı bir sevgili için ölmüşüm ki
Kabrimde toprak yoktur gül cilvelerinden başka. (87)

Nazlıyı methetme işini bir türlü yapıp bitiremedim
Eğer bir tek edası olsaydı onu kaderim bilirdim.

Ben ve yürek dağlayan yüzlerce figanım
Sen ise bir tekini bile duymazsın ne diyebilirim?

Zalim! Sana sair düşüncemden dolayı utandır beni
Allah göstermesin, ben sana nasıl vefasız diyebilirim?(88)

Her sözcüklerle teşekkür edeyim onun özel ilgisine
Halimi hatırımı sordu, ama sözle değil.

Soruyor ki ‘senin kaderinde ne yazılmış acaba?’
Sanki alnımda o puta ettim secdelerin izleri yok. (91)

Çöl gezginlerine hiçbir engel önlem değil
Ayağımdaki bir alışkanlıktır, zincir değil.

Acı çekme hasreti içimde kalacak
Vefa yolu kılıç keskinliğinden geri değil.(92)

Gözümün içinde gözbebeği olduğunu sanmayın,
Gözün kalbindeki siyahlıkta ahlar toplanmıştır. (93)

Ah ve figanıma kanıt ararsan yürek yaramda ara
Zira hırsızı yakalamak için ayak izlerine bakarlar.(96)

Onu bekleyip uyumayayım ömür boyu diye
Geleceğine dair söz verdi gece rüyamda.

Ben ve vuslat hazzı! Allah’ın inayeti bu
Canımı sunmayı unuttum ona ben o şaşkınlıkla

Binlerce cilveleşmesinden ala, bir göz kaçırması
Süslenmesinden çekici, yüzünü dökmesi kızgınlıkla.

Feryat onun kalbinde çöp kadar yer etmez,
Ki o feryat güneşte kocaman delik açmakta. (97)

Kıskançlık bırakmaz ki senin adını söyleyeyim,
Herkese soruyorum ‘nereye gideyim ben?’

Al işte! Diyor ki; ‘Neyi var, malsız mülksüz bu adam’
Bilseydim evimi barkımı yoluna feda eder miydim ben?(99)

Ey zulüm mucidi! Figan ince bir talepten başka şey değil
Cefa isteyişimdir, yoksa cefadan şikayet edişim değil.

Geri değil viranelikte o da, ama enginliği malum
Çölde öyle rahatım ki evim aklımda değil.

Cıvıl cıvıl oluşuyla cennet senin sokağından geri değil
Görüntü aynı, ama orası bu kadar kalabalık değil.(101)

Yabancının şirin dili onun üzerinde etkili oldu,
Ben dilsizin, ona aşık olduğunun farkında değil.(103)

Sarığına işlenmiş mücevherlere ne diye bakayım,
Ben inci ve pırlantanın yüksek bahtına bakarım.(106)

Yazık ki kapında sürekli kalıcı değilim ben
Böyle yaşama lanet ki eşiğinin taşı değilim ben.

Ayaklarını görme şerefinden neden mahrum gözlerim?
Rütbe bakımından ay ve yıldızlardan aşağı değilim ben.(110)

Gönül nasıl çalınır diye ona ne diye sorayım, gerek yok
Yaptı her bir işareti sanki der ki, bak işte böyle.

Dedim ki, sevgilim mahfil yabancılardan arınmalıdır
Bunu duyan o zalim beni dışarı attı dedi ‘işte böyle.’(116)

Aramızda aşk yoksa da varsın olmasın,
Düşmanlık olsun, ama bir ilişkimiz olsun.(119)

Nasıl bir çölde gezinme tutkusudur ki öldükten sonra
Kendiliğinden kıpırdar kefenin içinde ayaklarım.(121)

Sevgili kalp çarpıntısına tutulmuş, ben utanç içindeyim
Sakın bu benim ah ve figanlarımın etkisinden olmasın. (122)

Yarin örtüsü içinde bir tel kabarmış durmakta
Ölürüm kıskançlıktan, sakın birisinin bakışı olmasın?(124)

Mektubunla teselli bulurum düşüncesi yanlış değildir
Görme isteklisi gözler bununla yetinmese ben ne ederim?(125)

Dert hanemin kapısını, bacasını bitkiler sardı
Baharı böyle olan yerin hazanını hiç sorma.(129)

Keşke feryat etmeseydim. Nerden bilirdim ey dost
İçimde derdi artırmaktan başka işe yaramadı o da.(132)

Bir daha bana, ‘ sen benim hayatımsın’ deme
Bugünlerde hayatın kendisinden bezginim.(143)

Benimle ilişkini kesmeyesin sakın
Hiç ilgin yoksa bile varsın husumet olsun.

Ben vefadan asla vazgeçmeyeceğim
Aşk olmasa da varsın yerine musibet olsun.(148)

Yarin göndereceği haberin mutluluğundan geçti Esed
Ulağı kıskanmaktadır, soru cevap sohbetinden dolayı.(152)

Kısmetime bak ki, kendi kendime gıpta ederim
Onu seyredeyim, edemem kendimi kıskandığımdan.

Tutku her an ah ve figan etme arzusunda
Yürek ise korkmaktadır nefes almaktan. (153)

Parçalandı bağrım, ne güzel! Artık özgürlük
Yürek yaralarımı saklama zahmeti bitti.

Ayak izlerinin çekiciliğindeki güzelliğe bak
Yarin süzülerek yürümesi ne büyük zarafetti.

Geçmiş gelecek ayrımı silindi birden
Dün sen gittin ya, benim için o gün kıyametti. (158)

Teskin için sızlanmam, sevgiliye kavuşayım yeter.
Cennet hurilerine senin yüzünü göstereyim yeter.

Beni katlettikten sonra kendi sokağına defnetme sakın
Ziyaret bahanesiyle halk senin evini öğrenecektir.

Sana da ben göstereyim Mecnun’un neler yaptığını
İçimi yakan gizli dertlerden eğer fırsat bulursam.

Ey sevgilinin sokağında ikamet edenler! İyi bakın,
Oralarda bir yerde perişan Galib’e rastlarsanız.(159)

Ey zalim! Şikayet etme izni ver bana
Böylece sen de çektirdiğin acıdan zevk alasın. (163)

Onun ziyaretiyle yüzüme renk geldi
O da sanıyor ki hastanın hali iyidir. (164)

Şikayet imasında bile sevgili rahatsız olur
Bu lafı sakın deme, dersen o da şikayet olur. (167)

Bedenimin yandığı yerde kalbim de yanmıştır.
Şimdi külleri karıştırırsın! Aradığın şey nedir?

Damarlarda akıp dolaşmasına kanmam ben
Gözlerden damlamıyorsa eğer, kan nedir?(178)

Mektup yazacağım, gerçi yazacak yeni bir şey yok
Ben aşığıyım aslında defalarca adını yazmanın.

Gözlerim gönlümü nasıl tuzağa düşürdü
Onlar da halkaları mı yoksa senin tuzağının?(180)

O rüyama girip ıstırabımı hafifletebilir ama
İçimdeki yangın uyumama fırsat vermiyor.(193)

Öldürme anında ona bakma arzum yarım kalacak,
Ey kem talih! O katilin hançerini keskin bileli olmasın.(200)

Kendimi toplamama izin ver ey ümitsizlik, bu ne bela!
Böyle giderse sevgili hayali bile kopup gidecek benden

İtiraf etmeliyim ki ben de seyredenlerden biriyim ama
Onun seyredilmesine seyirci kalmam nasıl beklenir benden. (205)

İlgisizlikten şikayet etmeye gittim yanına
Tek bir bakışlık ilgiyle toprak oldum.(210)

Katilim kavga eder haşir günü, niye kalktın diye
Belli ki duymamış sesini Sur’un. (231)

Urdu Dilinin Türk Asıllı Dahi Şairi Mirza Asadullah Han Galib – Celal Soydan

Türk asıllı Galib’in (27 Aralık 1797 Agra, 15 Şubat 1869 Delhi) Urdu dilinin gelişim sürecine gerek şiiri, gerekse nesir yazılarıyla büyük katkı sağladığı istisnasız tüm Urdu edebiyatçı, tarihçi ve eleştirmenlerince kabul edilen bir gerçektir.

O bu dilde gösterdiği maharetle, Urdu dilinin sanıldığı gibi kısır bir dil olmadığını, aksine her tür konunun tüm detaylarıyla rahatça işleyebileceği, sınırları çok geniş bir dil niteliğinde olduğunu gözler önüne sermiştir. Böylece bölge edebiyatçıları ana dilleri olmayan Farsça yerine bölgenin dili olan Urduca’yı yazın dili olarak kullanmaya başladılar ve bu dili daha da işlek ve kullanılabilir bir dil haline getirdiler. Nitekim Galib dönemini takip eden kuşaktan olan Sir Seyyid Ahmed Han ve arkadaşlarının başlattığı yeni akımla Urdu dili gelişiminin doruk noktasına ulaşmıştır.

Urdu dilinin oluşum ve gelişim serüveninde Hindistan’a yerleşen Türklerin büyük katkısı olduğu açıktır. Zira Hindistan’a gelen Orta Asya kökenli Türkler, beraberlerinde dillerini ve kültürlerini de getirdiler. Bu yüzdendir ki Pakistanlı bir tarihçi, Sultan Mahmud Gaznevi’nin[1] Hindistan’a gelişini, asırlarca sürecek Maveraunnehir kökenli bir kültür inkılabının habercisi[2] olarak tanımlar. Hint-Türk saltanatı, sadece Hindistan tarihinin yaklaşık sekiz yüzyıllık bölümünü şekillendirici bir unsur olarak kalmamış, ayrıca Hindistan-Pakistan var oldukça gelecekte de kendini hatırlatacak silinmez izler bırakmıştır. Tarihçi-eleştirmen Reşid Ahmed Siddiki, Moğol (Hint-Türk) saltanatının Hindistan’a üç muhteşem şey kazandırdığını, bunların Urdu dili, Taç Mahal, ve Galib olduğunu belirtir.[3] Urdu dilinin oluşması ve gelişmesinde Türklerin etkisi yadsınamaz bir gerçektir.

Urduca’nın ilk numunelerini yine Türk soyundan bir şair olan, tarihçi, müzisyen Emir Hüsrev’in[4] dizelerinde görmekteyiz. Hindistan’ın en büyük Farsça şairi olarak tanınan Hüsrev, Farsça şiirleri arasına yer yer Urduca dizeler de katmaktaydı. Urdu dilinin, zamanla ve özellikle Gaznelilerden başlayarak sarayda Türkçe konuşan sultanların teşvikleri[5] ve sonraki Hint-Türk sultanlıkları[6] dönemlerinde ordunun çoğunu oluşturan Türk kökenli askerlerin dilleriyle yerli halk dillerinin karışması neticesinde şekillendiği görüşü genel kabul görmektedir. Urduca’nın oluşması ve tutunmasında Türk etkisinin bir şekilde var olduğu görülmektedir. Son dönemde bu dile yepyeni bir ruh kazandıran kişi Galib olmuştur ve o da Türk soyundan bir şairdir.

Galib, bölgede uzun yıllar yazın dili olagelen Farsça ve giderek daha yaygınlaşan İngilizce karşısında Urduca’nın yazın dili olarak fazla etkin bir dil olamayacağı şeklinde bir kanaatin oluştuğu bir dönemde, bu dilin sanıldığı gibi kifayetsiz olmadığını verdiği eserleri ve kuşaklar boyu etkilediği edebiyatçılarla kanıtlamıştır. Urdu dilinin ne denli zengin ve işlenebilir bir dil olduğunu gösteren ve Urdu edebiyatının modern çağının mimarı sayılan Türk asıllı dahi şair Galib, mensubu olduğu nesilden gururla söz eder. Farsça divanında kendini ve mensubu olduğu nesli şöyle tanıtır:

Galib, kutsal Turan toprağındanız
Yani soy bakımından haşmetliyiz
Türk oğluyuz ve soy olarak
En büyük kavmin mensubuyuz
Türk toplumlarından Aybek’teniz
Bütünlük bakımından ayın on katıyız
Atalarımızın mesleği çiftçiliktir
Semerkantlı sınır muhafızı oğluyuz.
Anlamdan ne dediğimi yorumlamışsan
Başka ne diyelim ki biz şuyuz, buyuz
Hakkın feyzinin değersiz talebesiyiz
Salt aklın en olgun oğluyuz
Hem parlaklıkta şimşekle nefesdaşız
Hem de cömertlikte buluta benzeriz.
Gösterdiğimiz çabayla başarıya ulaşırız
Olmayan rızkla yetiniriz[7].

Bu beyitlerde belirttiği üzere Galib’in soyu Orta Asya Türklerine dayanmaktadır. Galib, biyografisini kaleme aldığı bir yazıda da atalarına ilişkin şu açıklamayı yapar: “Ben nesil olarak Selçuklu Türküyüm. Dedem Kaukan Beg Han, Şah Alem[8] zamanında Semerkant’tan Delhi’ye geldi. Elli atlı birliği ile Şah Alem’in hizmetine girdi…”[9] Galib’in dedesi de babası da askerliği meslek edinmiş ve dönemim Hint-Türk sultanları hizmetine girmişlerdi. Aynı şekilde Galib de son Hint-Türk sultanı Bahadur Şah Zafer’in hizmetinde bulunmuş ancak asker değil, şair ve eğitimci olarak görev ifa etmiştir.

Galib, Farsça divanının birinci cildinde kendisinin Selçuklulardan, hatta Efrasiyab ve Peşenglerden[10] olduğunu yazar. Galib’in yazdığına göre, Tersim Han Semerkandi’nin oğlu olan Galib’in dedesi Kaukan Beg, vatanından ayrılıp ilkin Lahor’a göç etti. Ancak Lahor’daki siyasi kargaşa ortamından dolayı Delhi’ye göçerek Navab Zulfikar-ud-Devle Necef Han Bahadur’un hizmetine girdi. Galib’in babası Abdullah Beg ile amcası Nasurllah Beg Delhi’de doğdular. Onlar da babaları gibi askerlik mesleği icra ettiler[11].

Urdu edebiyat eleştirmenlerinden ve Galib hakkında ilk eseri yazan tarihçi-yazar Hali, Yadgar-e Galib’de şu ifadeleri kullanır: “Selçuklular zayıfladığında Asya’nın çeşitli yerlerine dağıldılar. Onlardan biri olan Tersim Han adındaki varlıklı bir bey Semerkand’a yerleşti. Tersim Han ailesinden olan Galib’in dedesi Semerkant’tan Hindistan’a gelip yerleşti[12].” Aynı eserde Galib’in dedesinin dilinin tam bir Türkçe olduğu ve onun Hindistan dilini pek anlamadığı belirtilir[13].

İlkin Galib’in dedesi Hindistan’a göç etti ve Şah Alem’in sarayında saygın bir yer edindi. Galib’in babası Mirza Abdullah Beg ise, Hindistan’da çeşitli yerlerde, önce Lakhnow’da Asıf-ud-Devle’nin sarayında, ardından Haydarabad’da Navab Nizam Ali Han Bahadur’un yanında çalıştı. Bir süre sonra buradaki iç kargaşadan dolayı Delhi’ye döndü. Daha sonra o zamanlar Akbarabad olarak bilinen Agra’da Raca Bahtaver Singh’in sarayında çalıştı, ancak Alvar şehrindeki bir çatışmada öldürüldü. Soyuna özgü bir gelenek olarak bu işlerin hepsi askeri nitelikteydiler. Galib, 27 Aralık 1797’de Agra’da doğduğunu belirtir[14].

Galib henüz beş yaşındayken babasını kaybetti. Babasının ölümünden sonra Galib’in bakım ve eğitimini öz amcası Mirza Nasrullah Beg Han üstlendi. Amca Hindistan’daki İngiliz ordusunda yüzbaşı olarak görev yapmaktaydı ve üstün hizmet ve bağlılığı dolayısıyla geniş bir arazi tahsis edilerek ödüllendirilmişti. Ancak Galib henüz dokuz yaşındayken amcası da vefat eder. Amcanın vefatından sonra Galib’e babasından kalan maaş ve tahsis edilen iki köyün arazisi hükümet tarafından geri alınır ve maaş kesilir. Galib uzun süre maaşın tekrar bağlanmasını sağlamak için mahkemelere başvurur ancak netice alamaz. Galib’in geçim kaynağı olan bu gelirler kesilince zor günler geçirmeye başlar. Geçim sıkıntısı onun şiirinde ve ölümünden sonra derlenip yayımlanan mektuplarında önemli bir yer tutar. Sürekli kiralık evlerde oturmak zorunda kalır. Galib’in tek gelir kaynağı, onun öğrencileri ve varlıklı kişilerin ona bağladıkları ama hiçbir zaman düzenli olmayan maaşlardı.

Galib 1810’da, henüz 13 yaşındayken Firuzpur valisinin küçük kardeşi Navvab İlahi Bahş’ın kızıyla evlendirilir. Yedi çocuğu olur Galib’in. Ancak hiç biri 15 aydan fazla yaşamaz. Karısı, Galib’in de iznini alarak yeğeni Zeynel Abidin Arif’i evlat edinir, ancak o da gençlik çağındayken vefat eder. Onun ölümü üzerine yazdığı bir mersiyeden birkaç beyit, Galib’in nasıl bir ıstırap çektiğini gösterir.

Ne olurdu baksaydın yollarıma bir süre daha
Yalnız niye gittin? Şimdi yalnız kal orada bir süre daha.

Daha dün geldin, bugün, “Gidiyorum,” diyorsun
Kabul! fanisin, gideceksin, kalsaydın ya bir süre daha.
Giderken diyorsun ki, “Kıyamette görüşürüz.”
Ne âlâ! Demek var kıyamet anına bir süre daha.

Ah, ey yaşlı felek! Gencecikti henüz Arif
Neyine dokunurdu, kalsaydı hayatta bir süre daha

Nadandır, “Niye ölmüyorsun sen de Galib?” diyenler;
Yazgımızda varmış ölmeye dua bir süre daha[15].

Galib’in yaşamındaki talihsizlikler aile yaşantısı ve geçim sıkıntısı çekmekle sınırlı değildi. Yaşadığı dönemde onun şiiri de, Urdu diline sağladığı katkı da anlaşılamadı. Dönemin şairleri Galib’i ya anlayamadıklarından ya da kıskandıklarından küçük düşürmeye çalıştılar. Hekim Agacan ‘Eyş’in bir dörtlüğü Galib’e karşı o dönemde takınılan genel tutumunu gösteren güzel bir örnektir.

Kendi söylediğini kendi anlayacaksa, ne yaparsın
Şiirin tadı o zaman gelir, biri söylesin diğeri anlasın.
Mir’in şiirini anlarsın, Mirza’nın dilini anlarsın
Ama onun şiirini ya kendi anlasın, ya huda anlasın[16].

Galib’in Urdu dili ve edebiyatına sağladığı katkı hiç kuşkusuz tarihi bir nitelik taşımaktadır. Galib’e kadar şairliğini kanıtlamak isteyen çoğu şair, Farsça yazmayı yeğlemekte, Urduca’yı ise değişiklik olsun diye denemekteydi. Ancak Galib, Urdu şiir ve nesrinin gelişmesine sağladığı katkıyla bu dile karşı takınılan olumsuz tavrı tersine çeviren kişi olarak Urdu edebiyatındaki haklı yerini almıştır. Zira Galib, her şiir türünde işlediği derin ve hassas konularla Urduca’nın sınırlarının ne denli geniş olduğunu kanıtlamış ve bu dilin işlerliğini, esnekliğini, keza diğer dillerden faydalanmaya ne denli açık olduğunu göstermiştir. Galib Urdu şiirinde, tasavvuftan felsefeye kadar, insanın duygu ve fikir dünyasına yönelik her türlü konuyu rahatça şiirine konu etmiştir. Urdu dilinin filozof şairi İkbal, Galib’in XE “Galib” tasavvuf konularını ele alışındaki üslubunu inceleyip ondan faydalandığını XE “Hali” [17] keza, duygu ve ifadede Doğululuk ruhunu nasıl canlı tutacağını da ondan öğrendiğini belirtir.[18] A. B. Aşraf’ın da belirttiği gibi, Galib ile İkbal’in ifade üslupları ve mevcuta karşı tutumları müşterektir.[19] İşte bu sebeptendir ki İkbal, her fırsatta Galib’in şiirinden övgüyle bahseder. “Mirza Galib” başlıklı müseddesten birkaçı şöyledir.

Şiirindeki güzelliğe rakip bulmak mümkün değil;
Hayal ve fikir mükemmeli yakalayamadıkça.
Matem tutsun Hindistan ülkesi senin ardından
Ey incelikler gören göze bakma adabını öğreten

Urduca zülüfleri senin tarağına muhtaç
Bir meşale gibi o, ve pervaneler aramakta.

Ey Cihanabad,[20] ey ilim ve sanatın beşiği
Tepeden tırnağa sessiz bir çığlık gibisin
Her zerrende ilim ve sanatın güneşleri uyumakta
Toprağında binlerce mücevher barındırmaktasın

Ama, zamanın gıpta ettiği bir Galib’in var mıydı?
Böylesine parıldayan değerli bir incin var mıydı?[21]

Filozof-şair İkbal, Galib’in hakkını teslim etmeseydi haksızlık etmiş olurdu. Galib sayesinde Urdu edebiyatının rüştünü ispat etmesinden ve Galib’in Urdu şiirine sağladığı esneklikten en fazla faydalanan kişi her halde İkbal olmuştur. Urdu dili ve edebiyatının önde gelen eleştirmenlerinden birinin haklı olarak belirttiği gibi “Galib olmasaydı İkbal de olmazdı.”[22] tespiti çok önemlidir.

Galib kendini Farsça şairi olarak görse de onun Urduca yazdığı şiirleri ve nesir yazıları Urdu dilinin miladı sayılır. O, gerek üslubu gerekse ifade tarzıyla diğer şairlerden çok farklı bir çizgidedir. Geleneksel gazel temalarının dışında, şiiri tamamen özlü bir bilgelik ve derin fikir içerikli olup, her beytinde okuyucunun önüne farklı dünyalar açan derinliktedir. İşte bu yüzden onun Urduca şiirini açıklamak için bir çok edebiyatçı tarafından ciltlerce şerh yazılmıştır. Zira onun şiirinin girift ve ince detaylar taşıyor olması ve hem felsefe hem de tasavvuf konularını kendine has üslubuyla yorumlaması tüm bu şerhlerin yazılmasına sebep olmuştur.

Yukarıda belirtildiği gibi Galib’in çok sayıda Farsça manzum ve mensur eserleri vardır. Ancak Galib’in bu günkü şöhretinin sebebi Farsça yazdıkları değil, küçük hacimli olmasına rağmen Urduca Divanı’dır. Urdu edebiyatının önde gelen eleştirmenlerinden Abdurrahman Becnuri, Galib’in Urduca divanını Hinduizmin temel kitapları olan Vedalarla eş değer tutar. “Hindistan’ın iki ilhami kitabı vardır: Biri Vedalar, diğeri ise Divan-e Galib’tir,”[23] der ve Galib’in divanında yaşam ve kainatın tüm seslerinin duyulduğunu belirtir. Başka bir eleştirmen, “Galib’in Divan’ını yeni neslin İncil’i olarak tanımlayabiliriz”[24] diye yazar.

Diğer bütün Galib eleştirmenlerine göre o, hem incelediği konular hem de tarzı itibarıyla dünyanın en büyük şairlerinden biridir. Zira Galib çağdaşı olan şairlerden çok farklı bir çizgidedir. Galib’in şiirinde uhrevi olana özlem yerine dünyevi yoğunlaşma ağır basar. Galib, esas olarak dünyevi bir şairdir. Tasavvuf konularını işlemedeki ustalığı şairlik gücünün sonucudur. Hatta Galib için “berây-e şi’r goften tasavvuf hub-est” sözü uygun düşer. Ancak o, taklitçi değil, aksine kendi yolunu kendisi açan ve sınır tanımaz bir şairdir. O, tabiatı kendi dönemine kadar görülmemiş ölçüde müstakil bir unsur olarak işlemesiyle aykırı, insana yaklaşımıyla hümanist, evren ve yaşam karşısında mistik, özgür ve arayışa meyilli kişiliğiyle de orijinal bir şairdir.

Galib de şiirinin diğer şairlerinkinden çok farklı bir çizgide olduğunun bilincindedir. O, geleneksel şiir temalarının dışında, nitelikli ve kendine has bir üslubu olduğunu, ele aldığı konuların arayışa meyilli bir yaradılışa yakışır felsefi bir öz taşıdığını bilir. Bunu da değindiği konuların kendisine bir yerlerden ilham edildiğini belirterek açıklar:

Tüm bu temalar gaipten gelir aklıma
Galib, divitin çıtırtısı meleklerin sesidir aslında.[25]

Galib’in Urduca ve Farsça eserlerine baktığımızda şiir ve nesir alanında otuza yakın eseri olduğunu görürüz. Bunlar önce Urduca ardından Farsça eserleri olmak üzere şunlardır:

1- Divan-e Galib: Urduca gazel, kaside ve mersiye türünde şiirlerin yer aldığı ve Galib’in bugün Urduca’nın en büyük şairi olduğunun kanıtı olan divanı. (1841, 1847, 1861, 1862 Delhi; 1862 Kanpur; 1863 Agra
Bu divandan başka çeşitli değişikliklerle Galib’in şiirlerinden oluşan Divan-e Galib Cedid, Biyaz-e Galib be Hatt-e Galib, Divan-e Galib be Hatt-e Galib gibi divanlar da yayımlanmıştır.
2- Kadirnamah: (1856, 1861, 1863 Delhi) Çocukların temel eğitimini amaçlayan konulardan oluşan Halik-e Bari ve Amednama başlıkları altında iki bölüm olarak hazırlanmıştır. 133 beyitten oluşur.
3- ‘Ud-e Hindi: (1868 Miirat) Galib’in mektuplarından yapılan derlemeden oluşur. Galib’in ölümünden dört ay önce yayımlanmıştır. İlk bölümünde 31, ikinci bölümünde ise 135 mektup yer alır.
4- Urdu-ye Mu’alla (1869 Delhi) Mektuplardan oluşan bu derleme Galib’in vefatından sadece 19 gün önce yayımlanmıştır. 480 mektuptan oluşan bu derlemenin ardından daha sonra ele geçen 53 mektupla Urdu-ye Mu’alla II. Bölüm (1899) ve 93 mektupla Urdu-ye Mu’alla III. Bölüm (1970) yayımlandı.
5- Makatib-e Galib (1937 Bombay; 1949 Rampur) Galib’in iki Rampur navabına yazdığı 115 mektuptan oluşur.
6- Nadirat-e Galib (1949 Karaçi) 74 mektupluk bu derlemede Munşi Nebi Bahş Hakir ve onun oğlu Abdullatif’e yazılan mektuplar yer alır.
7- Hutut-e Galib (1941 İlahabad; 1963 ‘Aligarh) Muhiş Perşad tarafından yayımlanan bu derleme 528 mektuptan oluşmaktadır.
8- Hutut-e Galib (1951, 1969 Lahor) Gulam Resul Mehr tarafından iki bölüm halinde yayımlanan bir başka mektup derlemesidir.
9- Galib ki Nadir Tehririn ( 1961 Delhi) Galib’in vefatından sonra çeşitli kişi ve yerlerde ortaya çıkan mektup ve nesir yazılarını içermektedir.
10- Nadir Hutut-e Galib (1939 Lakhnow) 27 mektuptan oluşan bir başka mektup derlemesidir. Bunlardan başka Galib’in mektuplarından oluşan bir düzineye yakın derleme daha yayınlanmıştır.
11- Farsça bir sözlük olan Burhan-e Katı’’a eleştiri olarak Galib’in yazdığı Katı’-e Burhan’ın ardından karşılıklı bir atışma ortamı oluşmuştu. Bu seriden Galib, Lata‘ef-e Ğaybi (1864 Delhi), Savalat-e ‘Abdulkerim (1864 Delhi), Namah-e Galib (1865 Delhi) ve Tiğ-e Teyz (1867 Delhi) adı altında bir dizi cevap yazmıştır.

[1] Sultan Mahmud Gaznevî XE “Gaznevî” : 998-1030 arasında Gazne sultanı. 1001 ile 1026 arasında Hindistan’a 17 sefer düzenledi ve bugünkü Afganistan’ı ve İran’ın kuzeydoğusunu kapsayan sultanlığına, Hindistan’ın kuzeybatısı ile İran’ın büyük bölümünü de kattı.
[2] Sibt-e Hasan, Pakistan min Tahzib ka İrtika, Danyal, Karaçi 1984 (5.basım), s.180
[3] Ancum, Prof. Cemil Ahmad, Galib ka Hususi Mutala’a, İlmi Kutubhane, Lahor 1991, s. 106
[4] Emir Hüsrev. (1253 Patyala-Pencab, 1325 Delhi) Şair, tarihçi ve müzisyen. Delhi sultanı Şemseddin İltutmuş’un hizmetindeki bir Türk kumandanının oğludur. Özellikle gazelde Sadi’nin üslubunu benimseyen ve müzikle de yakından ilgilenen Hüsrev’in yapıtları arasında Tuhfetü’s-Sigar, Vasatü’l-Hayat, Gurretü’l-Kemal, Bakiyye-i Nakiyye ve Nihayetü’l-Kemal adlarında beş divanı; İslam edebiyatının genel temalarını işlediği Matlaü’l-Envar, Şirin ü Hüsrev, Mecnun ü Leyla, Heşt Bihişt adlı mesnevileri yer alır. Müzikte çeşitli ragaların (makam), tabla ve sitar gibi enstrümanların mucididir.
[5] Bilkan, Dr. Ali Fuat, Hindistan’da Gelişen Türk Edebiyatı, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998, s. 2; Ayrıca bkz., Caveed, Kazi, Hindī Muslim Tehzīb, Deen Guard Books Limeted, Lahor 1983, s. 41-90
[6] Hint-Türk Sultanlıkları sırasıyla; Kutbiler (1206-1266), Balabanlılar (1266-1290), Kalaç Sultanlığı (1290-1320), Tuğluklular (1320-1414), Seyyidler (1414-1451), Lodiler (1451-1526) ve Babür Devleti (1526-1858).
[7] Mirza Asad-ullah Han Galib, Kulliyat-e Galib: Farsî, Cilt-I, Maclis-e Terakki-yi Adab-Lahor 1967, s. 157-158.
[8] Alemgir padişahın ikinci oğlu Şah Alem lakaplı Muhammed Muazzam (1643-1712) 1707 ile 1712 arası tahtta kalmıştır.
[9] Halil-ur-rahman Daudi (Derl.) Macmua-ye Nesr-e Galib: Urdu, Maclis-e Terakki-ye Adab, Lahor 1967, s. 355
[10] Efrasiyab: İran milli destanında İran düşmanı olarak gösterilen Turan hükümdarı. Peşeng: Efrasiyab’ın babası
[11] Mirza Asad-ullah Han Galib, Kulliyat-e Galib: Farsî, Cilt-I, Maclis-e Terakki-yi Adab-Lahor 1967, s. 4
[12] Hali, Altaf Huseyin, Yadgar-e Galib, Der. Halil-ur-rehman Daudi, Maclis-e Terakki-ye Adab, Lahor 1963, s. 12
[13] Hali, Altaf Huseyin, Yadgar-e Galib, Der. Halil-ur-rehman Daudi, Maclis-e Terakki-ye Adab, Lahor 1963, s. 13
[14] Galib, Mirza Asad-ullah Han, Kulliyat-e Galib: Farsî, Cilt-II, Maclis-e Terakki-yi Adab-Lahor 1967, s. 54
[15] Galib, Asad-ullah Han, Divan-e Galib, Der. Gulam Rasul Mehr, Şeyh Gulam Ali and Sons, Lahor, s.97-98
[16] Azad, Muhammed Huseyn, Tankid-e Galib ka So Sal, Pencab Üniversitesi, Lahor 1969, s. 27
[17] Rizvi, Vaqar Ahmed, Tarih-e Cadid Urdu Gazel, Lahor 1988, s. 471.
[18] İkbalXE “İkbal”, Cavid (Derl.) Şazrat-e Fikr-e İqbal, Lahor 1983, s. 105.
[19] Aşraf, A. B., Galib aur İkbal, Beacan Books, Multan 1988, s.30
[20] Şah Cihanabad: Hint-Türk sultanı Şah Cihan döneminde Delhi’nin diğer adı.
[21] İkbal, Muhammed, Kulliyat-e İkbal, Şayh Gulam Ali and Sons Limited, Lahor 1984 (6. Basım), s. 26
[22] Surur, Al Ahmed, Tankid-e Galib ka So Sal, Pencab Ünivrsitesi, Lahor 1969, s. 285
[23] Bacnuri, Dr. Abdurrahman, Tankid-e Galib ka So Sal, Pencab Yuniversiti, Lahor 1969, s. 122
[24] Ancum, Prof. Cemil Ahmad, Galib ka Hususi Mutala’a, İlmi Kutubhane, Lahor 1991, s. 106
[25] Galib, Asad-ullah Han, Divan-e Galib, Der. Gulam Rasul Mehr, Şeyh Gulam Ali and Sons, Lahor, s. 223
[26] Bkz. Seyyid Mu’in-ur-Rahman, Galib ka ‘İlmi Sermayah, Lahor 1989.

Kaynak: NÜSHA, Yıl: 1, Sayı: 2, Yaz 2001, s. 149-157.

Açlık

Bir adam düşünün ki günlerdir ağzına yemek girmemiş. Tavan arasında uyanır. Aç, susuz. Önceleri az buz idare ediyordu ama olmadı. Midesi bulanıyor, başı dönüyordu. Dışarı çıkıp tefeciye bir şeyler veriyor ama para hemen bitiyordu. Önce yeleğini satıyordu. Kış kapıda ama o hala parasız. Sonra bir gece bir kızı görür. Onu evine kadar yolcu eder. Kız onun yeleği olmadığını görünce üşümüyor musun diye sorunca ‘hayır param yok da ondan’ demeyecek kadar da gururluydu. Üşümüyorum ki diyerek geçiştiriyordu.

Düşündü ve aslında içinden şöyle geçiriyordu; gurur sahibi olmayacak kadar açım. Ama yine de iyi bir insandı. Hırsızlık yapmamıştı. İlk teşebbüsünde de -istem dışı olarak çalmıştı aslında- parayı bir garibana vermiş o yine aç kalmıştı. Sonra gidip dükkâna her şeyi anlatıp yine omuzlarına binmeye başlayan aşağılık duygusu atmıştı üzerinden. Düşüncelere dalıyordu. Tefeciyi öldürmek. Sonra aman tanrım ben bu kadar düşemem deyip vazgeçmişti. Birkaç hafta sonra battaniyesini satmaya gitti ancak tefeci kabul etmedi. Aslında üzülmemişti. Geceleyin üşümeyecekti yine de.

Para dedik ya. Ev sahibesi onu evden atmaya kadar gider ve o da bir gece daha kalıp oradan ayrılır, birkaç gün ormanda yatar. Üşür acıkır. Ve yine içinden gurur sahibi olamayacak kadar açım diye geçirir. Adam aslında yazı yazarak para kazanacağını düşünür. En nihayetinde kazanamaz. Yazıları bir türlü kabul görmez. Derken bir gece evine kadar eşlik ettiği kız dükle nişanlanmıştı. Bunu duyunca üzerinde çalıştığı tiyatro oyununu yırttı. Derken kız bunu görür ancak pek mukabele etmez. Belki de utanmıştır. Sonra buna bir zarf içinde para yollar. Adam da ev sahibesinin suratına fırlatır parayı. Ve o gün kadına kötü davrandığını düşünüp kendini yemeye başlar. sonra hay ben bu hayata der gibi sahil kenarına gidip orada demir almak üzere olan bir gemi kaptanına ‘ne iş olsa yaparım’ der ve gemiye biner. Sonra böyle biter bu açlık romanı Knut Hamsun’un.

Bu romanı Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sına benzetmek yanlış olmaz. Zaten Norveçli yazar, Dostoyevski’den fazlasıyla etkilenmiş. Raskolnikov da tavan arasında yatıyor, haftalardır parasını ödemediği tavan arasında zor günler geçiriyordu. Onun şansı ailesi olmasıydı belki de. Ha birde Raskolnikov katil olmuştu. Ama Açlık’ta yazar katil olmamış hatta onuruyla bitirmişti romanı. Bu yüzden Açlık romanı biraz daha içler açıcıdır. Raskolnikov gibi baltalı cinayetler serisi peşinde değildi. Ha tabiî ki Dostoyevski’yle kıyaslanamaz ama açlık romanı da güzeldir bir bakıma. Hamsun 1920 de Nobel ödülü de almıştır. Ha Dostoyevski’ye her sene o ödülü verseler de az. Ama ne yaparsınız hayat insana hep istediğini vermiyor.

Leyla vü Mecnun


Her şey yaşlı bir adamın kendi neslini devam ettirmek için bir çocuk için yanıp tutuşmasıyla başlar. Bir vakit sonra adamın duası kabul olur ve bir çocuk sahibi olur. Adı Kays. Bu bebek sürekli ağlar bir türlü susmazmış. Ta ki bir başka bebeği, Leyla’yı, görene kadar. Zaman böyle gelir geçer. Kays artık delikanlı olmuştur. Ayın mektebe gitmektedirler Leyla’yla. Hikayeyi burada kesip eserden alıntı yapmanın zamanıdır şimdi.

Leyla Hakkında;

Bir turfe-sanem ki akl-ı kamil
Görünce anı olurdu za’il

• Bir güzeller güzeli ki, tam akıllının bile aklını başından alır.

Zülfeyn-i müselseli girih-gir
Can boynuna pir belalı zincir

• İki tutam zülfü can boynuna bir belalı zincirdir.

Ebrusu hamı belay-yı uşşak
Hem cüft letafet içre hem tak

• Kaşlarının eğriliği âşıkların belasıdır, güzellik içinde hem eşsiz hem de kemer gibi

Her kirpiği bir hadeng-i hun-riz
Peykan-ı hadengi gamze-i tiz

• Her kirpiği kan döken bir ok, keskin bakışları okun sivri ucu gibi

Derya-yı bela cebin-i paki
çin-cunbüş-i mevc-i sehm-naki

• Pak alnı bela denizi, korkunç dalgaları kıvrım kıvrım yakıcıdır.

Çeşm-i siyehine sürmeden ar
Hindusına sürme hem giriftar

• Kara gözünden sürme utanır, sürme benine tutkundur.

Ebvab-ı tekellüm etse meftuh
Emvata verirdi müjde-i ruh

• Fethedilmiş konuşma kapısını açsa, ölülere dirilme müjdesi verirdi.

Alem ser-i mayunun tufeyli
Mahbube-i alem adı Leyli

• Alem onun saçının teline tutkun, Alemin sevgilisi adı Leyla

İlm-i hat-ı ömrü eyleyip sarf
Meşk etmiş idi hemin iki harf

• Yazmayı öğrenmek için ömrünü sarf ederek, iki harf meşk etmişti

Bir safhada Lam u Ya mükerrer
Yazardı anı kılurdu ezber

• Bir sayfaya tekrar tekrar Lam ve Ye yazar, sonra onu ezberlerdi

Kim bu iki harftir muradım
Ruşen bular iledir sevadım

• Muradım sadece bu iki harftir, ben karanlıkları bunlarla aydınlatırım derdi.

Evet, mecnun artık öğreneceğini öğrenmiştir. Lam ve Ye harfleri. Başkası onun neyine gerek. Ancak aşk ayıplanmaktır. Bin bir bahane bulup Leyla’yla konuşan Kays’ın bu halleri gözden kaçmıyor. Dedikodular her yerde duyulmaya dursun. Annesi kızına nasihat ediyor. Sonra kızı okulu bıraktırıyor. Artık okul onun için mutluluk yeri değildir. Bir vakit deli divane dolanır. Uzun vakit geçince Leyla’yı görür. Leyla da onu. İkisi de düşer bayılırlar. Sonra etraftakiler kimse anlamasın diye ikisini de evlerine götürürler. Ancak ok yaydan çıkmıştır.

Mecnun’a her yer artık zindan gelir. Kurtuluş yolunu Mecnun çöllerde bulur. Uzun zaman kendisinden haber alınamaz. Vatka ki babası onu bulmuştur. Bakmış Mecnun çölde yere düşmüş, toz toprak içinde kederli yakası yırtık. Yüzü sararmış, konuştuğu karınca, dostu yılan, sığınağı toprak, yastığı diken olmuştur. Adam oğlunu bu halde görünce kendini tarifsiz dertlere gark etmiş. O an şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez oldu ve uzun mühlet bir şey söyleyemedi.

Sonra yaka yırtup etdi feryad
K’ey bülbül-i butsan- bidad

Hali dilini bana beyan et
Esrar-ı nihanını ayan et.

• Sonra yakasını yırtıp bir feryat kopardı, ey zalimin bostanının bülbülü, gönlün ne halde açıkla bana, gizli sırlarını belli et.

Kim aldı elinden ihtiyarın
Kim eyledi tire rüzgarın

• İradeni elinden alan kim? Dünyanı kim karanlığa boyadı.

Ne seyrdesin sana taleb ne?
Bu nale vü zarına sebeb ne?

• Ne yoldasın sen? Bu ağlayıp sızlamana sebep ne?

Mecnun’un babasına olan cevabını okuyoruz;

Mecnun dedi ey bana veren pend
Dana-yı suhan-ver ü hired-mend

Kimsin ne durur bu güft u gülar
Bi-faide batıl arzular

Git derdime sen deva değilsin
Bigânesin aşina değilsin

Ben böyle kemale tutmazsam güş
Leyli sözü söyle yoksa hamüş

• Mecnun: ey bana öğüt veren sözü güzel bilgin, kimsin, nedir bu ettiğin laflar. Faydasız, yalan dilekler. Git derdime derman değilsin, yabancısın tanımam seni. Ben böyle sözlere kulak tıkarım, ya Leyla’dan bahset ya da sus.

Adam şaşırıp kalmıştır.

Dedi; benem atan ey bela-keş
Ben seng-i melametem sen ateş

• Ey bela çeken, ben senin babanım, ben serzeniş taşıyım sen ateş.

Dedi nedir ata, yoksa ana?
Leyli gerek özgedir fesane

• Mecnun; ana, baba dediğin nedir? Leyla gerek başkası hikâye dedi.

Bu söz üzerine durumun vahametini kavrayan baba ona Leyla çağırdı der. Mecnun sevdiğine kavuşacağını düşünerek mest olur. Kâbe’ye giden hacılar gibi ‘Lebbeyk’ sözcüğü dilinden dökülür. Derdi ne anne baba ne de başka bir şeydir. Gözleri onları görmez. Anne babası oğullarına öğüt verir. Ona istediği her kızı alacaklarını çünkü kendisinin bir padişah olacaklarını söylerler. Ancak karşılarındaki Kays değil Mecnun’dur. Onlara cevaben şöyle der;

Benden dileyen bu sözü za’il
Bidadıma olmuş ola ma’il

• Bendeki ateşin sönmesini isteyen bana zulmetmek eğilimindedir.

Şem’in ki hayatı oldu ateş
Hali anın ateş iledir hoş

• Mumun hayatı ateştir. Onun halinin hoşluğu ateşledir.

Oddan dileyen anın necatın
Fani dilemiş ola hayatın

• Onun ateşten kurtulmasını dileyen, onun hayatına kast etmiş olur

Düşmanlığa dostluk kılub ad
Tedbir-i necatım eylemen yad

• Düşmanlığın adını dostluk koyarak, benim kurtuluşumun tedbirini almayın.

Mecnun onların sana kız mı yok demesine çok içerlemiştir. Bu düşünceyi akıllarına bile getirmemeleri gerekiyordu Mecnun’a göre.

Anında edin bu derde merhem
Urman dahi özge kimseden dem.

• Bu derdime merhem onu edin, başkasından da söz etmeyin.

Dersiz bana var dil-rübalar
Leyli gibi çok peri likaalar

Billâh demeniz bu harfi zinhar
Âlemde bir ondan özge kim var

• Bana, Leyla gibi huri yüzlüler, birçok güzeller var dersiniz. Billahi bu sözü sakın söylemeyin, cihanda ondan başka kim var

Derdine dert eklenen Mecnun bir gazel okur. İçinde aşıkların durumunu çok melankolik anlatmakta. Ona göre dünya derdiyle dertlenen aşık gerçek aşık değildir. Çünkü o dünyayı unutunca gerçekten aşık olmuş demektir. Aşık çölle şehrin farkını ayırt edemez. Şu sözünü koymadan edemiyoruz;

Canı canan ittihadı fariğ eler cisimden
Cisimden agah olan can vasıl-ı canan değil

• Canı cisimden ayırmak sadece onun cananla bir olmasıyla mümkündür. Cisimden haberi olan can, canana kavuşmamış demektir.

Artık her şey gündüzün geceden ayrılması gibi nettir. Tek çözüm Leyla’dadır. Babası kızı istemeye gider. Büyük hürmetle karşılanır. Adam kızı ister. Fakat Leyla’nın babası Mecnun’dan bahsederken, onun halk arasında deli olarak bilindiğini ve ona kızını veremeyeceğini söyler. Ama açık kapı da bırakır. Değer derdinin ilacını bulursan ve iyileşirse o zaman kızını verecektir. Oğlu için her tabibin kapısını aşındırdı, sadakalar dağıttı, dualar etti, pirlere, ilim erbabına müracaat etti. Ancak ne mümkün? Bir türlü derdine dava bulunamıyordu Mecnun’un. Bir gün Kabe’ye gidip onun duvarına yüz sürmesiyle iyileşebileceğini söylediler yaşlı adama. O da oğlunu hazırlayıp Kabe’nin yolunu tuttular. Oğluna derdine deva bulması için Allah’a yalvar, burada dualar kabul olur diyordu. Ancak mecnun Kabe’nin yanında nasıl dua ediyordu.

K’ey sakfı bülend ü kadri ali
Mihrab- e’azım ü e’ali.

• Ey çatısı yüce, değeri yüksek makam, büyüklerin ve yüzdelerin mihrabı!

Ey Kıble-i ehl-i izz ü ikbal
Ruhsâr-ı zemine anberin hal.

• Ey Aziz ve talihlilerin kıblesi, yeryüzünün yanağında siyah ben gibi duran Kabe!

Ey magz-ı vefaya kisvetün post
Hem-reng-i pelas-ı hane-i dost

Ey daim olan menümle hem-derd
Amma ne menüm kimi cihan-gerd

• Ey sevgilinin çadırının kumaşının rengindeki örtü, hem vefa tohumunun kabuğu olan! Ey benim gibi dertli olan aman dünyayı dolaşmayan!

Gögsine uran hacer kimi daş
Zemzem kimi gözden ahıdan yaş

Peyveste siyeh kılan libasın
Gönlünde nihan tutan hevasın

• Ey göğsüne Hacer gibi taş vuran ve gözünden zemzem gibi yaş akıtan!
Ey her zaman elbisesini siyah tutup gönlünki aşkı saklayan!

Billah kimesin bu yerde aşık
Söyle ki enisinim muvafık

Olmuş sana aşk feyzi hasıl
Kılmış seni kıble-i kabail

• Billahi burada kime aşıksın? Söyle çünkü ben sana uygun yoldaşım. Sen aşkın özünü kavramışsın, bu feyiz seni insanların kıblesi yapmış.

Ya Rab bu harem-sera hakiyçün
Bu mabed-i pür-safa hakkiyçün

Kıl bende bina-yı aşkı daim
Bu ma’bed-i esas-ı Kâ’be kaim.

• Ya Rab! Bu harem sarayı hakkı için, su saflık dolu mabet hakkı için, ayakta duran şu Kabe’nin temeli gibi aşk binasını içimde her daim sabit kıl.

Sal gönlüme derd-i aşktan gam
Her lahza vü her zaman ü her dem

Aşk içre müdam sevkim artır
Şevkiyle hemişe zevkim artır

Hem kanda ki alem içre gam var
Kıl gönlümü ol gama giriftar

• Gönlüme aşkın derdinden dert sal, her an, her zaman, her saniye. Aşk içinde şevkimi durmadan artır. Şevk ile daima zevkimi artır. Dünyada nerede gam ve elem varsa, gönlümü o gama müptela kıl.

Endişe-i akıldan cüda kıl
Aşk ile hemişe aşina kıl

Artır bana zevk-u şevk-ı Leyli
Daim bana anda kıl tecelli

• Aklın endişesinden ayır beni, her an beni aşka aşina kıl. Onda tecellisini göstererek Leyla’nın zevk şevkini bende artır.

Mecnun dua mı beddua mı etti bilinmez. Ama bu dua aşka saplanmış birisinin duası olduğu kesin. Aşk derdi artsın isteyen birisi, akıllanmak istemeyen birisi bunları söyler. İşte mecnun da öyle bir veçhe gelmişti ki dilinden dökülenlerin kendisi bile farkında değildi. Bu duaları duyan baba artık oğlunun iyileşemeyeceğini anlar. Bağırdı, çağırdı, inledi durdu. Sonra naçar oğlundan ümidi kesti. Mecnun yalnız başına bir yolculuğu seçti.

Gündüz gözü yaşı hadi-i rah
Gece yolu şem-i şule-i ah

Gerd-i reh ile yarı yad ederdi
Geh otura geh tura giderdi

• Gündüz gözünün yaşı, geceleyin ah ateşinin ışığı kılavuz oldu. Yârinin yolunun tozunu hatırlar, kah oturup kah kalkıp giderdi.

Mecnun seyr-i sulük’ta ilerliyordu. Bir gün hayal sınırlarını aşan bir dağa rastlar. Tam o sırada içli bir şarkı söyledi. Makamı en büyük kederin makamıydı. Baktı ki dağ da aynı makamı tekrarlıyordu. Söylediği dağda aksediyordu. Onun kendisiyle beraber söylediğini sandı. Bana bir arkadaş yeter dedi. Allah şükür bir arkadaş buldum der. Sonra onunla dertleşmeye başlar.

N’oldu sana böyle mest olupsun
Gam damına pay-best olupsun

• Ne oldu sana böyle, mest olmuşsun, gam tuzağına takılıp kalmış ayakların.

Dertleşmeden sonra Mecnun sevdiğinin memleketinin yolunu tutmuştur. Yolda tuzağa düşmüş bir ceylan görür. Onun bu haline çok acır Mecnun. Avcıya diller döker. Avcı ona evine yemek götürmesi gerektiğini söyleyince Mecnun ona üzerindeki giysileri verir ve ceylanı serbest bırakır. Sonra ceylanla da dertleşmeye başlar. Ondan çölde ona yol yoldaşı rehberi olmasını ister. Birkaç gün onunla gezip kendisini insan görerek ondan iğrenmemesini ister. Ceylanı Mecnun sevdiğinin gözünün armağanı sayar.

Ey çeşmi nigar yadigarı
Seyl eyle bana gam-ı nigarı

Kıldıkda hayal-i çeşm-i Leyli
Sen ver men-i hastaya teselli

• Ey sevgilinin gözünün yadigarı, sevgilinin gam ve kederini kolaylaştır. Leyla’nın gözleri aklıma geldiğinde, bu hastaya teselli ver.

Çün ol beşeriyetin unuttu
Ahu hem anınla üns tuttu

Anın sebebiyle hem çok ahu
Sahrada onunla tuttular hu

• O insan olduğunu unuttuğu için, ceylan da onunla arkadaş oldu. Sahrada onu ceylanla gören diğer ceylanlar onunla yoldaş oldular.

Tekrar yola koyulur Mecnun. Bu kez tuzağa düşmüş güvercin görür. Avcıya yalvarır. Sonra kolundaki inciyi adama vererek güvercini serbest bırakır. Güvercine gel benimle yaşa der. Suyun gözyaşım olsun deyip güvercini de kendisine dost edinir.

Sen kasıd imişsin ey hamame
Benden ilet nigare name

Gör hicr-i ruhunda ıztırabım
Peygamım ilet getir evabım

Billah ser-i kuyuna gidinde
Her çizginüben tavaf edende

Yad eyle beni sevabıma gir
Bir tavaf sevabını bana ver

• Sen haberciymişsin ey güvercin. Benden sevdiğime mektup ilet. Onun yanağımdan uzak kalışımın ıstırabını gör ve haberini götür ve cevabını ilet. Billahi sen onun memleketine giderken, her bir yeri tavaf ederken beni an ve sevabımı kazan, bir tavaf sevabını da bana ver.

Bir süre sonra ehil yabani ne kadar hayvan varsa onunla dost olmuşlardı. Artık insanlardan rahatsız oluyordu. Kendi yüzünü suda görse düşman sanıyordu. Gölgesi yanına düşünce onu kendisine bile yoldaş edinmek istemiyordu.

Leyla’nın ne rahatı ne mutluluğu kalmıştı. Kimseyle konuşmak dahi istemiyordu. Anne- babasından uzaktı. Yanına gelen kızlarsa onu eğlendiremiyordu. Bir bahaneyle ağlar, kederlenirdi. Kızlar ellerini kınayla gül rengine boyarlarsa o da kanlı gözyaşlarıyla kızıla boyardı. Deliliği Mecnun’dan fazlaydı. Kızlar yanından gidince geceleyin o bir kenara çekilir muma gönlün gam, keder, elemini dökerdi.

Sen gece hemin yanarsan ey zar
Men gece ve gündüzem giriftar

• Sen yalnız geceleri yanarsın; ama ben gece gündüz yanarım.

Sende eser-i hevâ ziyandır
Nispet mana rahat-ı revandır

• Sende aşkın eseri yok olmaktadır(yanıp tükenmesini kastediyor) ama bende bu aşkın varlığı gönül rahatlığıdır.

Hoştur sana sırrını döküp yaş
Meclisler içinde eylemek faş

Gönlün çü değil vefada kaim,
Gönlündekidir dilinde daim

Men sabit-i arsa-ı belâyam
Ney kimi hızâne-i hevâyam

• Sana aşkının sırrını yaş dökerek meclislerde açığa vurmak hoş gelir. Gönlün vefalı değil aşkta ki, neyin varsa dilindedir. Ben gam keder bela ortamından asla ayrılamam; Konuşmam ama bu aşkla inlerim yalnızca.

Olmam olur olmaz ile demsâz
Başım kesilirse söylemem râz

Derdim sana söyleyem gam-ı dil
Sende dahi tâb yok ne hâsıl

Döymez ciğerin bu şerh-i râza
Ahım götürür seni güzâra

• Olur olmazla vakit geçirmem. Başım kesilse sır söylemem. Derdimi sana söylesem ne çare, sende de takat yok. Sırrı açıklamama ciğerin doymaz, ama ahım seni de yakar, yok eder.

Her yara bu derdi eyledim faş
Olmadı bu yolda bana yoldaş

Sabr eylemedi bu derd ü dağa
Katlanmadı düştü taşa dağa

Yanında senin hem urmayam dem
Ta kaçmayasın ırağa sen hem

• Ben hangi dostuma bu sırrı açıkladımsa bunu taşıyamadı, benimle yoldaş olmadılar. Bu aşkın hastalığına ve büyük yalnızlığına katlanamadı hangi dosta açtımsa sırrımı; dağlara taşlara düştü benim derdimden. Ey mum sana sırrımı açmayayım ki sen de uzaklara kaçma, ( sonra ben de karanlıkta kalmayayım)

Leyla gündüz hapiste, gece serbest, gündüz ölü gece diri vaziyette kendi iniltilerini dinliyordu. Kime derdini açsa, kime bir şey söylese derdi azalmıyor arttıkça artıyordu. Kah pervaneyle konuşuyor, dertleniyor kah aya sırrını açıyor.

K’ey gah kadim gibi hamide
Gahi pür-olan misal-i dide

Geh zahir olan bana gamım tek
Geh galib enis ü hem demim tek

Şahiddir ana bu inkılabın
Kim aşıkısın bir afitabın

• Ey bazen boynum gibi bükük bazen de gözüm gibi dolu olan ay! Kah bana kederim gibi görünen kah dostum gibi kaybolan ay! Seninde bu dönüp dolanışın bir güneşe aşık olduğuna şahittir.

Hicran ile nizar olupsun
Ser- geşte-i rüzgar olupsun

Ey mihne-i aşktan haberdar
Gör tanrı için ne mihnetim var

Kıl şule-i ahıma nezare
Ger ver ise rahmın eyle çare

• Hicran ile bitkin düşmüşsün, bu dertten avare olmuşsun. Ey aşk derdinden haberdar olan ay! Bak Allah için ne derdim var. Ahımın ateşine bir bakıver, merhametin varsa bir çare bul.

Leyla akşamdan sabaha kadar yıldız gibi uyanık kalıyor, güneş aydınlanıncaya kadar yanmaya ve feryada devam ediyordu. Bahar gelmişti. Kızının bu halini gören anne kahroluyordu. Çevredeki kızları toplayıp kızıyla oyun oynamalarını istemişti. Şarkılar söyleyerek gezintiye çıkmışlardı. Tabi ki Leyla aynı Leyla’ydı. Oyunlara, şarkılara tenezzül etmiyordu. Yalnız kalmak istiyordu. bir şekilde kızları kendisinden uzaklaştırınca bu kez derdini buluta açtı;

Ey ebr bana demi vefa kıl
Düştü sana hacetim reva kıl

Var ol yüzü nigara benden
Zar ağla ve söyle yare benden

K’ey turfe-nigarı-ı hazeninim
Vey arzu-yı dili hazinim

Gel gör ki nedir gamında halim
Reng-i ruh-ı zerd ü eşk-i alim

• Ey bulut bana vefa göster, sana bir hacetim düştü, ne olur gider. Var git o gül yüzlü sevgiliye benden. Sesli sesli ağla ve ona benden söyle. Ey genç ve nazlı güzelim, ey mahzun gönlümün dileği. Ne hallerdeyim? Solgun yüzümün ve kanlı yaşlarımın halini gör.

Leyla Mecnun’a iletecek o kadar çok şey söylüyordu ki. Aya iletmesi için şunları söylüyordu;

Saldın meni hastayı bu hale
Derde beni eyledin havale

Her derd ki var Leyli aldı
Malüm durur sana ne kaldı.

• Ben hastayı bu hale saldın, beni derde havale eyledin. Ne kadar dert varsa onu Leyla aldı! Sen bilirsin peki sana ne kaldı?

Leyla ayla konuştukça kendinden geçiyor. Mecnun’a bir an önce gelmesi için haber vermesini istiyordu. Diyor ki aşığın aklının başında olması yaraşmaz aşığa. Aşığa durmak yaraşmaz, sevdiğinin köyünün etrafında dolaşmalı hep. Yoksa başka bir sevdiğin mi var da gelmiyorsun, buraya yolun düşmüyor diye soruyor. Son sözünü halimi ve sevgimi açıklamama bu şiir yeter dedi. Daha ne söylesin. Kız olmasaydı ve adı çıkmayacak olsa bir an durmaz Mecnun’a koşacaktı. Leyla gam köşesinde ağlarken bir ses duyar. Birisi türkü çığırıyordur.

K’ey neşe-i aşkdan uran dem
Mecnun’u da sanma Leyli’den kem

Mecnun ile Leyli’yi beraber
Ger kimse der ise kılma baver

Leyli’de eğerçi derd çoktur
Mecnun-ı hazince derdi yoktur

Leyli eli iğnedendir efgar
Mecnun’a kılıçlar eylemez kar

Leyli’yi eder harir dil-gir
Mecnun’a verir neşat zencir

• Ey aşk neşesinden dem vuran! Mecnun’u Leyla’dan daha az aşık sanma. Birisi Leyla ile Mecnun’u beraberdir derse inanma. Gerçi Leyla’da dert çoktur. Ama kederli Mecnun kadar derdi yoktur. Leyla’nın eli iğneden yaralıdır, mecnun’a kılıçlar kar etmez. Leyla’nın gönlünü ipek incitir. Mecnun’a zincir neşe verir.

Bu türküyü duyan Leyla, Mecnunun kendisinden daha dertli olduğunu anladı. Leyla bu kederli yürüyüşünden evine dönerken İbni Selam onu yolda görür. Can ile ciğerinde takat kalmamıştı. İradesi elinden gitmişti. Vuslat yolunu aramaya koyuldu. Sözü çok itibarlı bir adam buldu onu Leyla’yı istetmeye yolladı. Adam hazineler dağıttı onu almak için. Artık Leyla hür ve başıboş dolanırken bağlanmıştı. Adı sanı itibarlı Nevfel adında birisi mecliste otururken birisi Mecnun’un şiirini okuyordu. Şiiri duyunca çok etkilendi ve Mecnun hakkında bilgiler edindi. Nevfel Mecnun’u görmek için birkaç kişiyle çölün yolunu tutar. Onu bir yerde hali harap uzanır buldu; sonra Mecnun’a;

K’ey hasta nedir bu çektiğin renc
Virane zayi ettiğin genc

• Ey hasta, nedir bu çektiğin işkence? Nedir bu viranede kaybetmekte olduğun hazine?

diye sorar. Adam altın gerekse altınlar dizelim, savaş gerekse savaşalım sen de kızı al, yeter ki bu halde durma deyip Mecnun’u ikna etmeye çalışır. Ancak Mecnun kendi bahtının ne çetin olduğunu anlatır adama. Kime derdimi döktümse o benden daha derde müptela oldu diyordu. Bahtıma her bakışımda bana kara görünüyor diye devam ediyordu ve derdini döküyordu. Ancak adamın güzel sözleri Mecnun’a umut verdi. Eski yolunu terk etmiş, saçlarını ve tırnaklarını kesmişti. Nefvel de Leyla’nın kabilesine mektup yazıp kızı istemişti. Ya güzellikle altınlar dizerek kızı alacaklardı, ya da kılıçlar konuşacaktı. Cevap bizim deliliğe ilacımız yoktur. Sizin inciniz gibi bizde çok inci vardır. Kılıçlarımızı sayısı da sizinkilerden fazladır oldu. Savaş boruları çalmıştı. İki grup birbirlerine girmişti. Bir kenara çekilen Mecnun olanları izliyor ve Leyla’nın kabilesinin kazanması için dualar ediyordu. Onu görenler hiç düşman kazansın diye dua edilir mi diye soruyordu. O da cevaben ;

Mecnun dedi: ben feda-yı yarım
Valsına anan ümid-varım

• Mecnun dedi ki kendimi yare feda etmişim, ona kavuşmayı ümit ederim.

Hoşdur ki bulam visale fursat
Yarım tarafında ola nusrat

• Kavuşmaya fırsat bulmam, zaferin sevdiğimin tarafında olması ne hoştur.

Canım ola dost dil- peziri
Ya küştesi ola ya esiri

Bu marekede neşat-mendim
Ol silsilede esir-i bendim

• Canım, sevdiğimin hoşuna gitsin de ister ölü ister esiri olsun. Bu savaş meydanında mutluyum, çünkü sevdiğimin zincirinde bağlıyım.

Ger katlime çekse yar şemşir
Yok bende rızadan özge tedbir

Hoşnud değilmiyim bu hale
Kim canı verem yetem visale

• Sevdiğim öldürmek için kılıç çekse, razı olmaktan başka bir şey yapmam. Bu hale nasıl sevinmeyim ki canımı verip vuslata erişirim.

Savaşta ilk gün bitmiş kimse bir ilerleme gösterememişti. Ancak Nevfel şaşırıyordu. Ona göre şimdiye kendilerinin kazanmaları gerekiyordu. Orada Mecnun’un duasını işiten adam Mecnun’un sözlerini Nevfel’e söyleyince Mecnun’un halinin üstün olduğunu anladı. Leyla’yı ne olursa olsun Mecnun’a alacağına dair söz verdi. İkinci gün Nevfel savaşta üstün geldi. Leyla’nın kabilesi teslim oldu. Leyla’nın babası adama yalvardı ne olur kızımı sen al da o adama verme dedi. Ancak adam silahlarını alıp geri döndü ne Leyla’yı Mecnun’a ne kendine aldı. Bu hali gören Mecnun senin sözün nerede dedi ve kendi giysilerini yırttı sonra tekrar çöle düştü.

Bir gün zincire vurulmuş bir adam görür. Onun sahibi adama onu bırak beni al. Ne kazanırsak tamamı senin olsun. Tek amacım evleri dolaşmak, belki Leyla’yı görmektir dedi. Adam da bunu kabul eder. Sonra zincire şöyle der; Ey benimle sırdaş olan zincir! Sonra ona derdini açar. Adamla boynunda zincir olduğu halde Leyla’nın şehrinde geziyorken Leyla’nın evinin önünde yere yığılıp kalır. Mecnun’un düşerken çektiği ahı Leyla duyar ve hemen dışarı çıkar. Bakar ki Mecnun’un beli de kirpikleri gibi eğilmiş. Güzelliği gözyaşları gibi dökülmüş. Leyla yüzünü göstererek Mecnun’a aşk ziyafeti veriyordu sanki. Sonra Mecnun’a orada gönlünü döker.

Bu visale yuku ahvali demek mümkün idi
Eğer olsaydı yuku dide-i giryanımızda.

• Bu kavuşmaya uyku hali denilebilirdi, eğer ağlayan gözlerimize uyku girseydi.

Bu hayal ola meğer gördüğümüzü yoksa nigar
Mutlaka hatıra gelmez ki gele yanımıza

• Bu gördüğümüz bir hayal olmalı. Yoksa sevgilimizin yanımıza gelmesi hatıra bile gelmezdi.

Sonra Leyla onları evlerine davet etti. O sırada Mecnun da ona içini döker;

Zülf ü müje hançer ü resen bes
Hükmünü yürüt hem as hem kes

Gel arada hem gubar koyma
Öldür beni şerm-sar koyma

• Zülfün ile hançer kirpiğin ve ip yeter. Hükmünü yürüt hem as hem kes. Gel araya düşmanı koyma. Beni öldür, utandırma.

Ta zülfüne olmuşam giriftar
Zencir-i cünuna rağbetim var

• Zülfüne tutuldum tutulalı delilik zincirine hevesim var.

Mecnun aşkın sultanına arzı hal ettikten sonra zincirlerini kırdı ve halktan uzaklaştı. Sonra bir bahane daha bularak Leyla’yı görmek istedi. Körlük bahanesiyle dilenmeye başladı. Gözünün feri kaybolmuştu aslında onu arıyordu. Leyla’nın kapısındaydı tekrar. Leyla yüzünü gösterdi. Sadaka olarak sanki yanaklarını gösteriyordu. Sonra garip tekrar çölün yolunu tuttu. İbni Selam da bu hali anlayınca hemen Leyla’ya kavuşmak ister. Kızın mihri belirlenir. Leyla’nın baharı son bahara dönmüştür. Nur isterken nar yakalamıştır güzelliğini. Düğün yapılmıştı. Odasına girince yüzünde nur gibi ışık olan Leyla’yı görünce ruhu okşandı. Ancak Leyla ona kendisinin bir peri tarafından sahiplenildiğini, yanına herhangi bir ademoğlunu alması hem onu hem kendisini yakacağını söyleyince adam Leyla’dan uzak durur ve büyücülerin yolunu tutarak bu işe bir çare aratır.

Dürüstlüğüyle tanınan Zeyd hemen Mecnun’un yanına koşar ve Leyla’dan haber verir. Ağlamaların zayi olmuştur, gece yanışların, gündüz ahların boşa gitmiştir dedi. Mecnun’un ahı göğü tutmuştu. Bu acıyla ağlayan adamın eninleri, yılanları, karıncaları titretti. Sonra eline kalem alarak Leyla’ya bir azar mektubu yazar. Hem kırgın hem de şaşkındır. Zeyd bir bahaneyle mektubu Leyla’ya götürür. Leyla mektuba cevabını yazar.

Fikr etme ki ben neşat-mendim
Bir dam-ı gam içre pay-bendim

• Sanma ki ben sevinç içindeyim. Bir gam tuzağına ayağım takılıdır.

Ayinede eylerim nigahı
Halin görürüm sesin kemahi

• Aynaya bakarak halini olduğu gibi görürüm.

Bilmen bu kafeste ne ola halim
Sındırdı bela per ile balim

• Bu kafeste halim ne olacak bilmiyorum, bela kolumu kanadımı kırdı.

Bir vahşi ile ger etmişim hu
Müstevcib-i ser-zeniş değil bu

Vahşiler imiş seninle hem-dem
Hem-reng olubam seninle ben hem

• Bir vahşiyle beraber olmuşsam bu azarlamamı gerektirmez. Seninle beraber vahşiler var, o halde ben seninle aynı renge girmişim.

Mektubu alan Mecnun biraz olsun teselli buldu. Ancak böyle bir teselli neye yeter ki? Mecnun’un babası dertli dertli oğluna deva arıyordu. Ancak çareler söz birliği etmiş gibi lal olmuşlardı. Bir gün deva ararken gecenin karanlığında bir ateş görür. Han ararken o ışığı bulmuştu. Ateşe yaklaşınca baktı ki yerde yatan oğlu Mecnun. Mecnun ölümü bekler gibi kalmıştı öylece. Mecnun’un yüzünü temizlemek isteyince Mecnun adama kimsin diye sorar. Adam ben senin babanım diye cevap verir. Gel mülkümün başına otur. Adımı baki kıl diye öğüt vermeye başlar.

Rahm et men-i zar u na-murada
Koyma be meşakkat ü belada

• Muradına ulaşamamış ağlayan bana acı, beni bu çile ve cefaya koyma.

Olmak elifim karine-i dal
Meylim sana olmağınadır dal

• Elif gibi düzgün boynum dal gibi eğildi. Bu seni sevdiğime delalet etmez mi?

Vasl eyle anına kim bilirsen
Bir gün olur ondan ayrılırsın

Terk eyle bu herze herze seyri
Yad eyle ilahı anma gayrı

Kinı nefse me’ad u merci oldur
Kat et ana söz ki mekta oldur

Hak sani’u dehr kar- gehdir
Bunda amel etmemek günehtir

• Bir gün olur ayrılacağına bu kadar bağlanma. Bu manasız dolaşmaları terk eyle. Allah’tan gayri olanı anmayı bırak. İnsanın geldiği ve gideceği yer O’dur. Durak yeri olan üzerine sözü kes. Allah zaman ve mekanı yaradandır, buna uygun amel etmemek günahtır.

Mecnun babasına kulak vermişti ama söz bitince hepsini unutmuştu. İçim dışım aşk olmuş diyordu. Rahatı ve sabrım uçmuş gitmiş. Birçok kez akla uyayım dedim ama sevda yolumu kesip ‘hayır, hayır’ dedi. Ezeli aşk candan çıkar mı diyordu. Tam o sırada Mecnun’un kolundan kan damlamaya başlar. Adam bu işe şaşar kalır.

Fasd eyledi ol büt-i peri-zad
Niş urdu anın koluna fassad

Ol zahm eseri göründü bende
Biz bir ruhuz iki bedende

Bizde ikilik nişanı yoktur
Birbirinin özge canı yoktur

Sanma ki ol oldur ü benim ben
Bir can ile zindedir iki ten

• O perinin doğurduğu güzel kan aldırdı. Doktor onun koluna iğne vurdu. O yaranın eseri bende göründü. Bir iki bedende tek ruhuz. Biz ikiliğin belirtisi yoktur. Birbirimizden başka canımız yoktur. Sanma ki o, odur, ben benim. İki beden bir canla hayattadır.

Bu işin öyle sıradan bir iş olmadığını anlayan baba, ona öğüt vermeyi bıraktı. Sonra umutsuzluk içinde oğluyla vedalaşmak ister ve ona vasiyetini bildirir. Mecnun’dan isteği ölünce arkasından yas tutmasıydı. Ağlayarak inleyerek evine döndü ve orada ‘Mecnun’ diye feryat koparıp yere yığılır ve can teslim eder. O hala çöllerde dolanırken bir adam yanına gelir. Babasının onun yüzünden ölmesine rağmen, hiç yanına gitmeyişinden dolayı onu azarlar. Mecnun da kendine gelir ve hemen babasının mezarına gidip saatlerce ağlar. Özür diler. Ancak Mecnun’a akıl ne gerek. Bir gün en içten haliyle Allah’a yalvarır. Ondan Leyla’ya kavuşmayı diler. O sırada Zeyd onun yanına gelir ve Leyla’dan haber verir. Leyla ondan mektup yazmasını istiyordur. Mecnun ise;

‘Gel ey göz yar hattın namede görmek heves kılma
Ki hatt-ı name def-i derd-i hicr-i hatt-ı yar etmez’ diye cevap verir.

• Gel ey göz, dostun yazısını mektupta görmeye heves etme. Mektubun yazısı, sevgilinin saçından ayrı kalmanın derdini hafifletmez.

Mecnun Zeyd’e, Leyla’ya methiyelerini götürmesini söyler. Artık sevdiğini göstermiştir Leyla. Ne olursa olsun kavuşmak tek çözümdür. Eğer İbni Selam ona engel olursa haber etsin Mecnun bir ahla onun bahtını karartacaktır. Sonra Zeyd, Leyla’nın yolunu tutar. Mecnun’un duası İbni Selam’ı yatağa düşürür ve adam bir süre sonra ölür. Leyla yas tutuyordu. Ancak bu kocasının öldüğü için değildi. Artık gizlediği kederlerini cenazeyi bahane edip rahat rahat sergileyebiliyordu. Bu mutlu haberi götüren Zeyd, Mecnun’un sevinmediğini görüp şaşırır. Rakibin artık yok deyince;

Cananeye can veren yetipdir
Can vermeyen arada itipdir

Ol dostum idi değildi düşmen
Hem ol ana aşık idi hem ben

Ol canını verdi vasıl oldu
Öz mertebesine kamil oldu

Naksım benim ermedi kemale
Ayb eyleme ağlasam bu hale

• Sevgilisine canını veren ulaşır, canını vermeyense arada kaybolmuştur. O benim dostumdu düşmanım değil, hem o hem ben ona aşıktık. O canını vererek kavuştu, kendi derecesinde olgunluğa erişti. Benim halim ise kemale ermedi. Benim bu halime ağlamadığımı görürsen ayıplama.

diye cevap verir Mecnun. Leyla baba ocağına dönmüştü. Yine peri gibi kızları topluyor bu kez ağıtlar yakıyordu. İbni Selam’ın adını anarak Mecnun’a ağıtlar yakıyordu aslında. Bazen geceleri mumu söndürür ve derdi ki;

Ya’ni ne reva şeb-i siyahım
Muhtaç ola şem’a berk-i ahım

• Böylece karanlık gecemde ahımın şimşeğinin muma ihtiyaç duyması yakışık almaz.

Leyla yüklerini deveyle evine taşırken bir gece sürüden kopar. Yolu Mecnun’un yoluna çıkar. Ancak bir hayli karanlıktır. Yolu sormak için Mecnun’un yanına gelince Mecnun’a kimsin sen diye sorar. O da ben Mecnun’um der. Ama Leyla inanmaz. Çünkü Mecnun peri yüzlüdür, ancak adamın yüzü kırış kırıştır. Mecnun uludur, o ise aciz ve güçsüzdür. Mecnun cevaben aşıklar zelil ve bayağı olur, safa sürmek güzellerin işidir der. Ancak Leyla yine inanmaz Mecnun’a ondan halini anlatan bir şiir okumasını ister. Mecnun da ona kederlerini ve başından geçenleri anlatır. Leyla artık onun Mecnun olduğunu anlamıştır;

Ey can ki çekerdin intizarı
Görmek dileyip hemişe yarı

Yetdin ana gel çık imdi tenden
Git yara kes ihtilatı benden

• Ey can! Daima sevgiliyi görmek için gözün yollarda kalmıştı. İşte ona ulaştın. Şimdi çık benim tenimden. Benden ayrılıp sevgiliye git.

Ancak Mecnun pek kendinde değildi. Leyla’ya ilkin kimsin sen diye soruyordu.

Akl olsa idi benimle hem-rah
Ahvalinden olurdum agah

• Aklım bana yoldaş olsaydı senin halini kavrayabilirdim.

Gam gönlümü etmeseydi bi-tab
Göz perdesi olmayaydı hun-ab

Gaflet halelinden ayrılırdım
Elbette kim olduğunu bilirdim

Çün bende yok ihtimal-i idrak
Sen söyle özün ki kimsin ey pak

• Gam gönlümü halsiz bırakmasaydı, kanlanmasaydı gözümün perdesi, gafletten uyanır, kim olduğunu anlardım. Bende seni tanıma imkanı olmadığından, sen söyle kendini. Kimsin ey pak?

Leyla bunun üzerine cevaben;

Leyli benim, arzu-yı canın
Kam-ı dil-i zar ü na-tüvanın

Müştak-ı cemal idin hemişe
Muhtac-ı visal idin hemişe

• Benim, Leyla, canının istediği. Biçare inleyen gönlünün muradı. Daima yüzümün özlemini çekerdin. Daima kavuşma için çırpınırdın.

Mecnun’un ona aldırış ettiği yoktu. Anlayamıyordu kız niye böyle davrandığını. Yalnız başınayken bile yüzüne bakmıyordu. Ona acımamasını bir sebebe bağlamaya çalışıyordu. Mecnun yine konuşmaya başlamıştı. Ancak bu kez çok farklı bir dilden konuşuyordu. Sanki kendisi yokmuş gibi. Kendinden geçmiş gibi;

Mecnun dedi: ey büt-i peri-veş
Haşak-i zaife urma ateş

Yakmağa beni yeter hayalin
Yoktur bana takat-i visalin

• Mecnun; ey peri gibi güzel, zayıf süpürgeye ateş atma, beni yakmaya hayalin yeter. Sana kavuşmanın takati bende yoktur.

Aşk etti bina-yı vaslı muhkem
Ma’nide beni seninle hem-dem

• Aşk, kavuşma binasını sağlam etti, mana aleminde beni sana yoldaş etti.

Lezzet ruh-ı yar-ı dil-sitandın
Candır bulan ey diriğ candan

Canım gideli besi zemandır
Cismimdeki şimdi özge candır

• Ne yazıktır ki gönül alan sevgilinin yanağından ve canından lezzet alan yine candır. Benden canım gideli hayli zaman oldu. Şimdi bedenimde bir başka can var.

Bende olan aşkar sensin
Ben hod yokum ol ki var sensin

Daim sana bendedir tecelli
Ben gayrdan olmuşam teselli

Ger ben ben isem nesin sen ey yar
Ver sen sen isen neyim men-i zar

• Bende görünen sensin, ben yokum. Varsa da sensin o. Sana teselli bendedir her zaman. Ama ben başkasında buldum teselliyi. Ben ben isem ey sevgili, sen nesin? Sen sen isen bu inleyen ben neyim?

Rüsvalığa çün ben itmiş em ad
Sen hem sülükü etme bünyad

Tut perde-i ismet içre aram
Rüsvay benem sen ol niku-nam

• Ben maskaralığa nam saldığıma göre, sen bu yola girme bari. Sen namus perdesinin içinde kal, ben maskarayım sen ahlaklı ol.

Mecnun bana derler ehl-i alem
Ancak banadır cünun müsellem

Sen olma fesane-i halayık
Mecnun işi Leyliye ne layık

• Dünyadakiler bana mecnun derler. Delilik ancak bana uygun görülmüş. Sen halkın diline düşme. Delilik işi Leyla’ya yaraşmaz.

Hayal ile tesellidir gönül meyl-i visal etmez
Gönülden taşra bir yar olduğun aşık hayal etmez

• Gönül hayaliyle teselli bulur kavuşmaya meyil etmez. Aşık gönülden dışarı bir sevgili olduğunu hayal etmez.

Mecnun’un ilahi aşka döndüğünü anlayan Leyla ona hayran kalır. Ona olan hayranlığı kat kat artmıştır artık. O da Mecnun’a hak vermiştir.

Heva-yı vasldır kim hublar vaslına talibdir
Ve ger ne aşk-ı kamil fark-ı hicran ü visal etmez

• Güzellere kavuşmayı isteyen, kavuşma hevesidir. Yoksa olgun bir aşk ayrılıkla kavuşma arasındaki farkı bilmez.

Tam Leyla’nın konuşması bitmişti ki bir adam devesi üzerinde gelmiştir. Leyla’nın kaybolduğunu anladıkları anda onu aramaya koyulmuşlardır. Leyla tekrar devesine biner ve geldiği yoldan diğer adamla geri döner. Mecnun yine inleyen yine terk edilmiş olarak kaldı. Ne ayağa kalkmaya gücü var ne de gezinme isteği.

Leyla o günden sonra hastalanmıştı. Artık kavuşma isteğinin boşa olduğunu anlamıştı. Dünyadan ve canından ümidini kesmişti. Bahçeye çıkıp sonbaharı görüyordu. Güller solmuş, ağaçlar sararmıştı. Onlar sonbaharı yaşıyordu. Ama ilkbahara dönecekti bahçeninki. Kendisinin ilkbaharı olmayacaktı artık. Sevdiğinin yanında yeri olmadığı için hayattan incinmişti. Allah’tan kendisini yoklukla bir etmesini istedi. Duası kabul olmuş, derdi artmış, titremeleri büyük bir hal almıştı. Ateşi gören mum gibi mahvoluyordu. Ölüm git gide kapısına yaklaşıyordu. Bedeninde aşktan başka acı yoktu aslında. Günlerinin arta kalanı Mecnun’u yad etmekle geçiyordu. Son nefesini vermek üzereyken annesine içini açtı. Mecnun’a gidip halini anlatmasını istedi. Ölünce kavuşacakları yerde ayıplanma yoktur diyordu. Sabır eylemesin bir an önce terk eylesin cihanı diyordu. Leyla kavuşma arzusuyla canını veriyordu.

Zeyd ölüm haberini duyunca olanca hızıyla Mecnun’un yanına varır. Bu haberi alan Mecnun öyle bir ah çekti ki öteki alemdeki sevdiği bundan haberdar oldu.

Az kaldı ki nalesiyle dil-dar
Ol hvab-ı ecelden ola bidar

• Neydeyse bu çığlıkla, sevgilisi ecel uykusundan uyanıyordu.

Zeyd’le yola düştüler. Gül yanaklısının mezarını görünce düştü, mezarlığı kucakladı.

Gözyaşlarını eyledi muatab
K’ey tire-şeb-i firaka kevkeb

Çıkmak sana oldu şimdi vacib
Kim oldu ol afitab ga’ib

• Gözyaşlarına seslenerek; ey karanlık, ayrılık gecesine yıldız olan! Çıkmak sana farz oldu şimdi. Çünkü o güneş kayboldu.

K’ey şem nedir bu ictinabın
Ben bahtı siyahtan hicabın

• Ey güneşim, nedir bu saklanışın? Bu bahtı karaya hicabın nedir?

Ey ömr gel imdi başa sen hem
Çeşmime tire oldu alem

• Ey hayat, sen de işinin başına gel şimdi, benim gözümde dünya karanlık oldu.

Müştakınım ey ecel kerem kıl
Def-i elem eyle ref-i gam kıl

• Ey ecel, seni özlüyorum kerem et. Eleminle gamımı def eyle.

Arada ne engel varsa kaldırmasını istiyordu ölümden artık. Sevgiliye kavuşmayı hiç bu kadar istememişti Mecnun. Bir an bile gecikmemesini istiyordur.

Ya Rab bana cism ü can gerekmez
Canan yok ise cihan gerekmez

• Ya Rab, bana ne cisim ne can lazım. Sevdiğim yoksa cihan da gerekmez bana.

Mecnun Allah’tan ölmeyi istiyordu. Sevdiği ebedilik alemindeyken onun bu dünyada olması en acı hezimetti. Sonra mezara kapaklanarak ruhunu mezara sadaka olarak verdi. Bitap ve miskin aşık Mecnun ‘Leylaa’ diyerek canını verdi. Olanları gören Zeyd de yakasını yırtıp ah ediyordu. Sonra Mecnun’u da onun yanına gömdüler. Ter temiz sevginin sonu budur. İdrak edebiliyorsan hoş bir mertebedir diyor sonunda Üstat Fuzuli.

Artık hikaye bitmiştir. Üstat Fuzuli sakiye artık doldurma kadehleri bu kadar yeter diyor. Galiba hikayenin bitişine içerlemiş. Sonra bu eserine karşı söylenecek sözlerden bahsediyor. Ve son noktayı koyuyor;

Dem hayr sözünden ur demadem
Ver hayr denezsen ebsem ebsem.

Yabancı

Yalnızca bahçenin önünden geçiyordum. Yeşillerle süslenmiş, dört yanı yeni olgunlaşmış meyvelerle dolu bahçenin önünden. Yorgundum, dermanı kalmamıştı dizlerimin.

Ağacın gölgesinde soluk almaktı maksadım. Yalnız sen öyle bir baktın ki gözümün içine. Fakat meyve koparmamıştım. Çiçekleri ezmemiştim.

Yağmur yağıyordu. Ayakkabılarımın içi suyla doluydu. Bense bahçende bir ağacın altında dinlenmek için durmuştum. Bir çiçek bile koparmamıştım.

Sen öyle bir baktın ki. Saçların ıslanmış damlalar omuzların düşüyordu. İki yana ayrılmış saçların yüzünü örtüyordu. Ama ben sadece ağacın altında dinleniyor ve yağmurdan kaçıyordum.

Beni en savunmasız anımda yakalamıştın. Rüzgâr yaprakları dövüyordu. Kalın damlalar düşüyordu onlardan. Sen herhangi bir yabancının dinlenebileceği bir yerde beni gelip bulmuştun. Gözlerimin içine bakıp duruyordun. Sonra dudaklarından;

-Yabancı! Git buradan.  sözleri dökülüyordu.

Burada durup seni görebileceğimi nereden bilebilirdim. Benim hakkımda kim bilir neler düşündün.

Yağmur bir an için durmuştu. Kısa bir süreliğine dinlenmek için durduğum o ağacın altında bulmuştun beni. O ağacın altını terk ediyorum. Sen evine geri dönüyorsun.

Belli belirsiz bir bakış daha atıyorsun göğün burçlarına. Sana sezdirmeden ben de sırılsıklam saçlarına bakıyorum. Sonra karanlık basıyor ve kapını kapıyorsun.

Ben uzaklaşıyorum…

Sonraki Sayfa »